Seattle’dan sevgilerle…
Kahve, yağmur, müzik, melankoli: 1990’lı yıllarda Seattle, kafası tuhaf fikirlerle dolu tuhaf çocukları kendine çeken bir şehirdi. Burası bu dünyada kendilerine bir yer olmadığına inanan bu çocukların nihayet hayallerini gerçekleştirdikleri yerdi.
Arizonalı Mat Brooke ile Jenn Ghetto da onlardandı. Mat ve Jenn on beş yaşındayken, doğdukları şehirde bir goth kulüpte tanışmışlardı. Tuscon sıcağında uzun kollu siyah tişörtler giyen bu gençler yazdıkları hüzünlü şarkı sözleri üzerinden birbirleriyle bağ kurmuşlardı.
Onlar kendilerine durmaksızın çılgın ya da öfkeli görünmeyi ve bağırarak şarkı söylemeyi dayatan bir toplulukta birlikte üzgün olabilecekleri birilerini arıyorlardı. Fısıltıdan bile alçak bir sesle, fazlasıyla umursamaz bir tavırla söylüyorlardı şarkılarını.
CARISSA’S WIERD
İkili birkaç yıl Tuscon müzik sahnesinde elden düşme, ucuz enstrümanlarıyla sessiz sedasız müzik yaptıktan sonra 1995’te, kendileri olabilecekleri daha tuhaf bir yerin özlemiyle yanıp tutuşarak Seattle’a taşındı. Tuhaf çocuklarla ilgili bir diğer şey de onların eninde sonunda birbirlerini bulmasıdır belki de. Seattle bu iki genci sessizlikle ama sevecen bir tebessümle karşıladı ve zamanla onlara iki melankolik ruh daha katıldı: Sera Cahoone ile Ben Bridwell.
Böylece bugüne dek Seattle’dan çıkmış en özel indie rock gruplarından biri olan Carissa’s Wierd kurulmuş oldu. Söylentiye göre, İngilizcede ‘tuhaf’ anlamına gelen ‘weird’ kelimesi grubun elde hazırladığı ilk ilanlarda yanlış yazılmıştı ve sonsuza dek de öyle kaldı. Ne de olsa böylesi daha tuhaftı.
Lo-fi duyguların grubu Carissa’s Wierd 2000 yılında, yıllar sonra Band of Horses grubunu kuracak olan Bridwell’ın plak şirketi Brown Records’tan ilk albümü ‘Ugly But Honest’ı yayımladı. Onu bir yıl sonra yine Brown’dan çıkan ‘You Should Be At Home’ ve 2002’de Sad Robot Records’tan çıkan ‘Songs About Leaving’ izledi.
‘UÇUYORUM VE DÜNYAYI KURTARIYORUM…’
Kaybedecek hiçbir şeyleri yoktu, zaten üzgün oldukları için hiçbir şey onları üzemezdi. Tıpkı o yıllarda benim hissettiğim gibi… Ben de tüm diğer tuhaf çocuklar gibi kendimi bulabileceğim bir yer arıyordum ve benim için bu yer müziğin ta kendisiydi. Melankoli ve sessizlik beni giderek kendine çekiyordu, Carissa’s Wierd ise tüm o sessiz tuhaflığıyla benim iç dünyamdan çıkıp gelmiş gibiydi.
“Rüyalarım gerçek dışı şeylerle dolu,” diyorlardı ‘So You Wanna Be A Superhero’ şarkılarında. “Uçuyorum ve dünyayı kurtarıyorum… Bir gün benimle gurur duymanı sağlayacağım ama bunu görmek için burada olmayacağım.” Bu benim için çok anlamlıydı.
Şimdi, grubun dağılmasının üzerinden yirmi yıldan uzun zaman geçmişken, yeniden yoğun bir biçimde dinlemeye başladım bu albümleri. ‘Deadpan’ vokallerin sessizliğine, kemanların hüznüne kaptırdım kendimi.
Bu durum bana tıpkı bir çekmecenin dibinde 90’lardan kalma, renk değiştiren gümüş bir yüzük bulmak gibi hissettirdi. Yüzüğü alıp parmağıma taktığımda rengi yavaş yavaş koyu bir maviye döndü. Onu hatırladım: Carissa’nın rengiydi bu. Ergenliğimin rengi…
‘BEN BURADAYIM VE HARİKAYIM!’ DİYE BAĞIRMAYAN BİR MÜZİK
Bununla birlikte, ilginç bir şekilde, etrafta yeniden duymaya başladım onların ismini. Hatta yeniden bir araya gelmeleri ve turneye çıkmaları bile gündeme geldi. Acaba bu, 90’ların indie grupları yeniden keşfedildiği için mi? Yalnızlık ve melankoli yeniden moda olduğu için mi? Yoksa korkunç haberler okuyarak geçirdiğimiz günlerimizi “Ben buradayım ve harikayım!” diye bağırmayan bir müzikle doldurmak istediğimiz için mi?
Bunun cevabını bilmiyorum ama onlara yeniden kavuştuğumuz için mutluyum. Carissa’s Wierd hiçbir zaman çok ünlü bir grup olmadı ama yaptıkları sihirli müzik, şimdilerde onları yeniden keşfeden genç kuşağa gönderilmiş ve arka yüzü “Seattle’dan sevgilerle…” diye imzalanmış hüzünlü bir kartpostal gibi.
Bir zamanlar dünyada bir yerleri olmadığına inanan birkaç genç Seattle adı verilen o yağmurlu şehirde kısa bir süreliğine de olsa hayallerini gerçekleştirebilmişti. Veda konserlerini de 2003’te bu şehirde, eskiden Nirvana, Pearl Jam ve Alice In Chains gibi grunge gruplarının sahne aldığı The Crocodile’de vermişlerdi. Bu en azından sembolik açıdan önemli bir şeydi. Keşke insanlar onların gittiklerini de fark edebilselerdi…
Mat Brooke her zamanki gibi oturarak çalmıştı son konserde gitarını. Bense sonradan o kayıtları dinlediğimde gözlerimi kapatmış ve orada olmak istemiştim bütün kalbimle; büyürken her zaman Seattle’da, kendim gibi tuhaf çocuklarla çevrelenmiş olmak istediğim gibi. Ama anlaşılan, bu gerçek bir veda değildi. Hayır, neyse ki değildi.